Sevgili okurlar, bizim toplumumuzda askerlik anılarını anlatmak çokça benimsenmiş bir tavırdır. Ben genelde bu çizgide olmasam da sizlerin hoş görüsüne sığınarak askerlik döneminde yaşadığım hüzünlü bir anımı paylaşmak istedim. Buna gerekçe olarak, daha birkaç gün önce Zap Suyu’na uçan bir araçta yaşamını kaybeden iki vatandaşımızın haberinin, beni tam kırk sekiz yıl öncesine götürdüğünü ve aynı duyguları tekrar yaşattığını söyleyebilirim.
Tuzla Piyade Okulu dönemi sona erdikten sonra vatan borcumun kalanını tamamlamak üzere yapılan yer tesbiti kurasında yaklaşık ikiyüz yirmi kişi arasında bulunan iki kuradan birini çekme becerisi(!) sonucunda Beytüşsebap- Hakkari’ye atandım.( Beytüşşebap Hakkari’ye bağlıydı)
Bir süreliğine sevdiklerimden ayrı kalmayı muaf tutarsak; doğası vahşi, insanlarının çoğunun cana yakın ve saf gönüllü olan ve vatanın o müstesna köşesinde yaşadığım on bir ay sonunda, çektiğim o kuranın benim için bir şans olduğunu hep söylemişimdir. Konumuz olmadığı için bunun nedenlerine girmeyeceğim.
Zaman yaz mevsimiydi, geçici bir görevle bir süreliğine Hakkari’de bulunan alay komutanlığı karargahına gönderildim. Bu arada bir görev ifası nedeniyle bir timin sınırda bulunan Üzümlü (Çukurca) karakoluna gitmesi gerekiyordu. Şimdi isminı hatırlamadığım Üzümlü bölük komutanı üsteğmenin, daha önceden beni oraya davet etmesini de dikkate alarak bu göreve talip oldum ve üstlerimce kabul edildim. Benim komutumda iki araç ve bir kaç asker ile birlikte Üzümlü’ye gitmek üzere akşam saatlerinde Hakkari’den ayrıldık. Yol çok virajlı ve kalitesiz. Uzunluğü seksen kilometre ama yolculuk üç saate yakın sürüyor. Planımızda o gece Üzümlü karakolunda konaklamak vardı. Ancak mekana yaklaştığımızda dağ taş silah sesleriyle çınlıyordu. Bölge Türkiye Irak sınırında ve canlı hayvan dahil her türlü kaçakçılık yapılıyordu. O bölgedeki Mehmetçiğin görevlerinden birisi de sınırlarımızı kontrol altında tutup, kaçakçılığa engel olmaktı. Konum ve coğrafi yapının özelliği nedeniyle bölgedeki yerleşim alanlarının bazıları için ihtiyaçlarını Iraktan karşılamak, Türkiye’de tedarik etmekten çok daha kolaydı. Dolayısıyla da bazı masumane geçişler vicdanen hoş görülebilir ama ne yaparsın ki görev kutsaldır. Neyse; mekana vardığımızda belli sayıda eratın karakolda nöbetçi bırakılarak, komutan dahil diğerlerinin görevlerinin gereğini yapmak üzere sınır bölgesine gittiğini öğrendik. Bu durumda bizim orada gecelememiz sakıncalı bulunarak Hakkari’ye geri dönmeye karar verdim.Yanımdaki askerlerin benimle aynı fikirde olmamalarına rağmen; Emir demiri keser misali gecenin geç vakitlerinde geri dönüş başladı. İstemesek de planımız tutmamıştı. Zifiri karanlık ve büyük bir sessizlik içerisinde Zap Suyu ile adeta adı konmamış bir yarış halinde Hakkari’ye doğru mesafe alıyorduk. Muhtemel bir kaza ihtimaline karşı da önde bulunduğum aracın dikiz aynasından, arkamızdaki aracı kontrol altında tutuyordum. Yeterli süre geçmesine rağmen bir ara o aracın virajı dönmediğini fark ettim. Telaşla durup, bulunduğum araçtan inerek koşar bir vaziyette geri gittiğimde peşimizdeki aracın, şöför tarafı altta kalacak şekilde Zap Irmağına uçmuş olduğunu gördüm. Biranlık panik halini atlattıktan sonra, şoför mahallinin üstteki kapağını açarak aracın içine girdim. İçerisi kapkaranlıktı. Kulağıma gelen aşırı acı çeken bir insanın iniltisiydi. Yaralıyı kaldırıp, üstte kalan araç kapısından çıkarabilmek için, kollarımla alttan kavradığım anda sanki sıcak bir balçığa bulanmış gibi oldum. Ellerim vıcık vıcık ve sıcak bir nesnenin içinde gömülü kaldı. O anda sanki bana uzatılan ilahi bir el gücüme güç katmıştı. Iri yarı bir insan vücüdunu kaldırıp dışarıda bekleyen diğer askere teslim etmiştim. Korku dolu bir heyecan yaşadıktan sonra hemen kararımı verdim. Zaman kaybetmeden yaralıyı diğer askerlerin refakatında Hakkari’ye ulaştırıp, kendim kaza yapan aracın başında tek başına bekleyecektim. Aynen böyle de oldu. Sorumluluğumda bulunan o askeri aracı orada terk edip gidemezdim. Onlar gittikten sonra vücudumda hissettiklerimi anlayabilmek için, üzerimde bulunan çakmağı yaktığımda ilk ve son defa karşılaştığım o şanssız Mehmetçiğin kanının, yakamdan göğsüme doğru aktığını ve giysimim kolları ve ön kısmının kan içinde olduğunu dehşetle gördüm. Artık zaman o günün gecesini bitirmiş, ertesi günün gece saatlerinde ilerliyordu. Henüz gelen giden yoktu. Üzerimde sadece birkaç mermilik Smith-Wesson tabancamla o korkunç mekanda bir başıma kalmıştım.
Sevgili dostlar Türk toplumunun ” Düşenin elinden tutmak” gibi güzel bir geleneği vardır. Orası da benim vatanımın bir parcası olduğu halde aşırı tedirgin olmam o bölgenin sosyal yapısı hakkında, ülkemizin genelinde yaygın olan olumsuz psikoloji ve düşünce tasarrufunun sonucuydu herhalde.
Hakkari kurası çektiğimde, çevremin benim sağlıklı bir şekilde geri dönüp, dönmeyeceğim hususundaki ürkütücü değerlendirmeleri de üzerimde çok olumsuz bir hava yaratmıştı. Olan olmuştu artık. Orada kendimi gecenin sessizliğinde, Zap suyunun şırıltısı ve Tanrının himayesine bırakarak beklemekten başka birşey kalmamıştı. Aklım yaralı askerin akıbetinde, çaresizce beklerken saat gecenin 02’si, belki 03′ ü gibi Hakkari’den beni almaya geldiler. Yaralıyı götüren aracın yolda arızalandığını, telsizle alaydan ikinci bir araç istendiği ve kazazede Mehmetçiğin bu şekilde Hakkari Devlet Hastanesine yetiştirildiğini onlardan öğrendim. Geçen bu süredeki kan kaybını varın siz düşünün… Benim kazazedeyi bir daha görme şansım olmadı. Kendisini sabahın erken saatlerinde Van’daki daha donanımlı hastahaneye sevk etmişlerdi.
Terhisimden yaklaşık bir yıl sonra bu olayla ilgili ifademi almak üzere beni, Kasımpaşa’daki Askeri Mahkemeye çağırdılar. Kazazede askerin hayatta olduğunu ancak bir bacağının kalçadan kesilerek gazi duruma düştüğünü orada öğrendim.
Kendisine; hayattaysa hüzün dolu sevgilerimi, vefat etmişse de saygı ve Tanrıdan rahmet dileklerimi sunuyorum.
