
Sevgili dostlar,
Akdeniz Bölgesi temmuz sıcaklarının ne kadar bunaltıcı olduğunu bilenler bilir. İşte böyle bir günde elektrik faturasının külfetine katlanmayı göze alıp, klimanın merhametine sığınarak zaman öldürmeye çalışıyorum. Saatin akrep ve yelkovanı akşam vaktine doğru hızla ilerlerken, ben gece olup yatma saati gelmesin diye Tanrı’ya en içten dualarımı sunmakla meşgulum. Zira havada nem o kadar fazla ki başımı yastığa koyar koymaz ter çanağının içinde kalıyorum. İşin kötü tarafı da benim o kadar buharlaşma potansiyelim de yok. Buranın yerlileri başka şehir ve ülkelerden gelenlere” Ne işiniz var bu cehennemde, sizi buraya kanun zoruyla mı yolluyorlar” diye boşuna söylenmiyorlar. Zaten buranın yerlileri genelde denizle hiç de barışık değiller. Ellerinden gelse denizi kurutup, oraları muz ve narenciye bahçesi yapacaklar.
Sabah olunca zorunlu tedaviye gideceğim. Oraya gitmemek için izin alacak bir mevki henüz yaratılmamış. Gecenin ilerleyen saatlerinde ister istemez yatağa uzanıp uyumaya çalışıyorum. Bu zorlu mücadeleyle başetmeye çalışırken taa yılların ötesinden gaipten gelen bir ses duyar gibi oldum. Sanki bu ses 60-65 sene öncesinden gelen, Köpük anamın “Aslan yavrum kalk, kalk. Kuşluğa geç kalacaksın, oğlaklar ahırda meleşiyorlar.” diyen sesiydi. Bu haleti ruhiye içerisinde hemen toparlanıp yatağın içinde oturdum. Terden sırıl sıklam olmuş, yüreğım hop hop atıyor ama, maalesef ortada ne kuşluk zamanı ne de kuşluğa götürülecek keçiler var.
Kuşluğa gitmek benim çocukluk yıllarımın en tatlı ve anlamlı bölümleriydi. Kuşluk olayı özetle şöyledir:
Erken bahar aylarında o sevimli oğlaklar doğduktan sonra, onların annelerini güneşin doğuşu ile birlikte mera va ormanlara götürülerek bir süre otlatmak ve daha da bollaşan sütlerinin sağımı için eve geri getirmektir.
Bu noktada hiç de adil olmayan bir paylaşım söz konusudur hep içimi acıtan. Sütün çoğunun ev için tahsisi, daha azının ise karınlarını yeterince doyurması gereken oğlaklara bırakmak .Bu biraz da bilinçli yapılan bir davranıştı. Doyum noktasını tam yakalayamayan yavruların” biraz daha, biraz daha” dercesine anne memelerini itip kakması bana adeta hüzün verirdi.
Uykunun en tatlı saatlerinde kuşluğa gitmeye beni teşvik eden bir başka ayrıcalık ise; üzerine tuluktan yeni çıkmış, mis kokulu keçi tereyağı sürülmüş köy ekmeğiydi. Zira bu bolluk normal sabah kahvaltısında bulunmazdı.
Ne yazık ki bu anlattıklarımın hepsi tatlı bir düşten ibaret.
Hepsi birer ütopya olsa da ben bir kere çocukluk ruhuna bürünmüş halimle, rüya gerçeğini kabullenmekte zorlanıyorum. Adeta, mertek tavanlı, toprak zeminli emektar baba evindeyim. Elimde kepçe, pişmiş toprak küpe daldırarak, içindeki soğuk sudan kana kana içiyorum. Bir ucundan rahmetli annem, bir ucundan da ben tutmuşum tuluk yayıyoruz.
Hani aç tavuk rüyasında mısır görürmüş ya, benimki de aynen o hesap.
Bu psikoloji içerisinde uyumak artık mümkün değildi. Bir kere içimdeki çocuk uyanmış ve gönlü toprağına kaymıştı. Hemen bu yaz oralara gitmek geldi içimden.
Biliriz ki insanoğlu için gelecekle ilgili hiçbir şeyin garantisi yok.
Gördüğüm düş çok güzel olsa da , gerçeklerle yaşamak da ayrı bir hüner.
