
İnsanın geçmişinde yaşadığı sıradan rutin olaylar, üzerinden uzun zaman geçtikten sonra çok tatlı ve nostaljik anılar olarak karşısına çıkar ve belleğinde canlanırlar. Bir daha, bir daha diye can atılır ama ne yazık ki zaman hem yaşayanı hem de yaşananları çoktan geçmişin dağarcığına hapsetmiştir.
Benim çocukluğum dağ, taş ve ormanlarla kaplı doğal güzellikleri bol olan memleketimde geçti. Okuldan arta kalan zamanımın çoğu adeta hayat yoldaşlarım olan keçilerimizin peşinde geçti. Zaman zaman sayıları 30-40 adedi bulan o güzel hayvanları yaz ve bahar aylarında sabahtan akşama kadar kırda bayırda, ormanlarda yayardım(otlatırdım). Hamile olanlar baharda yavrulardı.Yavrulama anları otlatma zamanına denk gelenlerin ebeliğini yaptığım çok olmuştur. Genellikle çenelerinin altında iki adet doğal küpeyle dünyaya gelen o güzelim oğlakların doğuş anları ve hemen sonraki davranışlarına şahit olabilmek bence bir şanstır. Dünyaya gelen yavru annesi tarafından temizlendikten sonra bir süre ayaklanabilmek için gösterdiği çabadan sonra hemen boğaz derdine düşer ve annenin memelerine yönelir.
Keçilerle ilgili olarak aklımda kalan en önemli anım “Kuşluk”tur. Kuşluk bir zaman dilimidir ve şafakla başlayıp öğlen saati olmadan sona erer. Babaannem veya annemin sabahın erken saatinde kafama dikilip “Yavrum hadi kalk, kuşluk vakti” demeleriyle benim huzurum kaçardı. Zira sabah uykusunun tadı bir başka olurdu. O saatte kalkmak bana çok zor gelirdi. Yataktan kalkmamak için nazlanırken bazen de hasta ayaklarına yatardım. Onların “Azığına tereyağlı ekmek koyacağız” sözünü duyar duymaz hemen sıçrar, ayaklanırdım. Çünkü o tuluk (yayık) yağının tadı bir başkaydı. Bugün bile unutmadım. Az üretilebildiği için o yağı yiyebilmek bizim evde bir ayrıcalıktı. Nüfus da kalabalık olduğu için kahvaltıya getirilmezdi. Klasik kahvaltımız, çay, çökelek bazen de bir çeşit yöresel un çorbası “herle”den ibaretti.
Neyse, konumuza dönersek, ilkbahar aylarında doğan oğlaklar bir süre anne sütüyle beslenirler ve onlar anneleriyle birlikte yayıma götürülmezler. Keçiler sabah kuşluk yayımına götürülürler. Karınları doyduktan ve süt verimleri arttıkdan sonra öğlene doğru sağım için eve getirilirler. Annem, babaannem ellerinde süt külekleri sağım alanında beklemektedirler. Benim alıştırdığım kecilerin bazıları koşarak, küleğin üzerinde sağım vaziyeti alırlar. Sağım başlar. Sütün ne kadarının hanenin (Patronun) olacağı ne kadarının da oğlaklara (emekçilere) bırakılacağı tamamen sütü sağanların inisiyatifindedir. Ahırdaki oğlaklar dışarıdan gelen anne meleyişlerini duyduklarından sabırları doruklarda, aynı meleyişlerle annelerine seslenmekteler. Neticede sağım olayı biter ve ahırın kapısı açılır.Yavrular bir telaş içerisinde annelerine koşarlar. Anne ve yavrular kokularından birbirlerini tanırlar. O kargaşa içerisinde herhangi bir oğlak farklı bir anneye gitmişse o anne kesinlikle onu emzirmez. Emzirme anları da son derece enteresandır. Eğer sağıcılar egoist davranıp annenin memesinde oğlağa yetecek süt bırakmamışsa, oğlak memeyi ne kadar somurup, kakışlarsa kakışlasın çaresiz o gün açlık çekecektir.
Diğer yanda sağımı yapan, annenin memesinde oğlak için yeterli süt bırakmışsa değme o oğlağın keyfine. Emerken ağzının kenarlarından sütler foşur foşur dışarı taşar. Oğlak mutlulukdan kuyruğunu sağa sola sallayıp durur. Ha bu arada şu aklıma geldi. Asgari ücreti belirleyenler de keşke birinci şıkdaki sağıcı hasisliğinde olmasalardı.
Hiç kimsenin kaderinin başkasının takdir ve iradesine teslim edilmemesi dileklerimle hoşca kalınız.
