Yıl 1980, İstanbul’da karlı bir kış günü. Girişteki kapı görevlilerine varacağım noktaya olan en kestirme yolu sorduğumun bilincinde olmasam kendimi Alucra-Kamışlı köyünün kara kışının kucağına düşmüş hissedeceğim. Oldukça fazla bir kar tabakasıyla kaplı patikadan tepeye doğru zar zor tırmanmaya çalışıyorum. Kendi kendime de ‘’Yahu bu porselen fabrikasını yapacak başka bir yer bulamamışlar mı?’’diye de söylenip duruyorum. O gün kİ amacım atanmak üzere olduğum Sümerbank Yıldız Çini ve Porselen Sanayii İşletmesi’ne gidip ön araştırma yaparak son kararımı vermek.
O tarih itibariyle İstanbul’da bulunduğum on beş yıl boyunca Yıldız Parkı’nı hiç görmediğim gibi onun içerisinde bir fabrikanın olabileceğini de doğrusu aklım almamıştı. Yaklaşık on dakikalık bir tırmanıştan sonra kendimi fabrikanın önünde buldum. Ben de ilk olumlu intiba, hemen girişte bir abide üzerine yerleştirilmiş Atatürk Maskı ve fabrikanın çok estetik tarihi binası oluşturdu.
Fabrika binasının arka bölümüne geçince bir de ne göreyim? İstanbul Boğazı ve Boğaziçi köprüsü olanca haşmetiyle karşımda ve görüş alanımın içerisinde. İşte o anda olumlu kararımı verdim. Bu arada çoğunluğunu kadınların oluşturduğu kalabalık bir sanatçı grubunun farklı formlardaki porselen nesnelere el emeği- göz nuru dökerek nadide desenlerle hayat vermeleri kararımı daha da perçinlemişti. Sonuçta benim de mutabakatımla bu işletmede göreve başladım.
1980-1993 yılları arasında on üç yıl boyunca severek ve özveriyle görev yaptım. İstisnalar olabilir ama işçi ve memurundan, yöneticilerine kadar herkesi sevdim ve sevildim. Başka bir yerde karşılaşamayacağım kadar yerli, yabancı, alanlarında ünlü kişiler ve devlet adamlarını yakinen tanıma fırsatı buldum. Bir kısmıyla da karşılıklı sohbetler gerçekleştirdik. Bir ekiple birlikte Almanya ve İngiltere’yi kapsayan iş gezisine gönderildim. Ülkemizin değerli ses sanatçılarından güzel insan
Ayşegül Aldinç ile iki yıl mesai arkadaşlığı yaptım. Bütün bunlara rağmen 13 yıl sonra niçin ayrıldın diye sorarsanız; bürokrasinin hiç de adil olmayan cilveleri…
Benim esas amacım bunları dile getirmek değildi, aile albümünü karıştırırken elime bütün bu anlattıklarımı anımsatan bir fotoğraf geçti. Sizlerle paylaştığım bu fotoğrafa baktıkça çok hüzünlendim. Birilerin yüreğimi burgu burgu boğuyor hissine kapıldım. Aklıma Alman düşünür Weber’in ‘’Zaman su gibi akıp gidiyor derler, halbuki zaman değil, biz geçip gidiyoruz.’’ sözü geldi.
Hz Ali de ‘’Geçip giden zaman değil, ömürdür:’’dememiş midir?
Gerçekten de binlerce yıldır zaman hep aynı zaman değil mi? Bir yıl önceki aralık ayı ile bu aralık ayının belirgin ne farklılığı var? Ama sıra canlılara gelince onlar beklenen sona bir yıl daha yaklaştılar. Zaman, bir çift öküzü peşinde döğen olmuş, altındaki tahıl saplarını döne döne eziyor maalesef.

Paylaştığım fotoğraf Yıldız Porselen’den bir grup arkadaşlarımın Altunİzade Lojmanlarındaki hanemize yaptıkları bir ziyaretin anısıdır. Kucağımdaki sevgili biricik oğlum Mehmet Can, bugün otuz altı yaşında bir yetişkin. Bizleri soracak olursanız, kendi adıma şahtık şahbaz olduk. Eski evler gibi içimizdeki bin türlü anılarla yaşıyoruz.
Bu vesileyle başta fotoğraftaki arkadaşlarım olmak üzere, Yıldız Porselen’e emek vermiş olup hayata veda edenlere rahmet, hayatta olanlara sevgi ve saygılarımla uzun ömürler dilerim.

Harika bir anlatım…o yaşananların ve yerlerin içerisinde yürüdum…beni o yıllara götürdün Aslan Abim..
Anlam dolu bir paylaşım olmuş Aslan abi 👏👍