Sevgili okurlar, insanoğlunun en değerli vasıflarından birisi de hayal kurabilmesidir.
Hayal kurmak geleceği yaşama isteğidir. Bir insanı tam anlamıyla tanıyabilmek için sadece yaptıklarına değil, yapmak istediklerine de bakmak gerekir. William Russell ” Büyük işler, büyük hayaller kurma özelliği olan insanlarca başarılır,” der.
Bedenin fiziki yaşı kaç olursa olsun, kişinin içindeki ruh, hayal kurdukça gençleşir, çocuklaşır ve o noktadan sonra insanın içinden, hayatı silbaştan yaşamak gelir.
Hayal kurmanın en berbat yanı ise sonunda hayal kırıklığına uğramaktır. Burada anti parantez toplumumuzun büyük bir kesiminin yakın tarihte böyle bir hayal kırıklığı yaşadığı hepimizce malumdur.
Böyle durumlarda insan ruhen ve bedenen çöküntüye uğrar ve çıkış yolunu hayal kurmakta değil, çok uzaklardaki anılara gitmekte bulur.
Ortaokul son sınıfta, sınıf mevcudumuz on bir kişiydi. Sınıfımız, merhum ünlü yazarımız Rıfat Ilgaz’ın aynı adlı eserinden uyarlanan ve belleklerimize yer eden Hababam Sınıfını andıran bir özellikteydi.
Okulumuzun mutevazi ölçekte bir tüketim kooperatifi vardı. Yani okul kantini. Orada o günün şartlarına göre öğrencilere lokum, bisküvi ve benzer tüketim malzemeleri satılırdı. O sıra okulumuza Aydın ilinden genç bir bayan öğretmen atandı. Bütün okul kendisini çok sevmiştik. O sevgili öğretmenimiz satış yapmak ve hesaplarını tutmak üzere beni kantinde görevlendirdi.
Öğrencilerin en sevdiği şey, iki bisküvi arasına lokum sıkıştırılarak yapılan “sarma” tüketimiydi. Buna bazı yörelerimizde “asfalt” denmektedir. Günümüzde ben hala severek tüketirim.
O günkü ekonomik koşullar nedeniyle bazılarımız çok istesek de sarma alamazdık. O derece yoksulluk vardı.
Günlerden bir gün boşalan lokum ve bisküvi kutularının dibinde kalan kırıntıları arkadaşlarımın gözü önünde yedim. Hemen peşinden zil çaldı ve derse girdik.
Biraz sonra da o bayan öğretmenimiz derse girdi. Kendisi aynı zamanda kantinden sorumlu öğretmendi. Arkadaşlarım dersi kaynatmak için bahane arıyorlar ya, benim kırıntıları yeme meselemi gündeme alarak bir ağızdan
” Öğretmenim Aslan kutuların dibinde kalanları yedi.” diyerek şikayette (!) bulundular. Ben adeta bir suç işlemiş gibi suskun ve mahcup öylece kaldım. Sevgili öğretmenim, arkadaşlarıma cevaben
” Ooohhh canına değsin. Bal tutan, parmağını yalar” dedi. Sonuçta hep beraber gülüştük, şakalaştık ve böylece dersin yarısı kaynayıp gitti. Zaten amaç da bu değil miydi?
Bu anımla sözü şuraya getireceğim. O günkü idrakimizle bu atasösünü çok masumane bulmuştuk.
Halbuki ömrüm boyunca siyaset ve bürokrasi başta olmak üzere ülkemizdeki her alanda öyle çok menfi olaylara şahit oldum ki “Bal tutan parmağını yalar.” atasözünün hiç de masum olmadığına defalarca tanık oldum.Daha doğrusu hep beraber tanık olduk ve oluyoruz…
